30 Aralık 2017 Cumartesi

Bell' in Uzay Gemisi Paradoksu

  


   Birbiriyle özdeş iki uzay gemisi düşünelim. Ardından bu iki uzay gemisini hassas bir ip veya tel ile birbirine bağlayalım. Düşünce deneyimizi gerçekleştireceğimiz eylemsiz çerçeve ise S olsun. Bu iki uzay gemisi S' ye göre ölçüldüğünde eşit olarak ve aynı anda ivmelenmeye başlasınlar. Böylece S' deki tüm zamanlarda aynı hıza sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle uzay gemileri aynı uzunluk daralmasına bağlı kalırlar. Bunun sonucunda tüm sistemin S referansında başlangıçlardaki uzunluklarına göre eşit olarak daraldığını görürüz. Böylece ilk başta telin ivmelenme boyunca kırılmaması gerekir. 
   Fakat duruma düşünce deneyimizin sahipleri Bell, Dewan ve Beran böyle demiyor. Onlara göre, başlangıçtaki uzunluklarına göre iki gemi arasındaki uzaklık Lorentz daralmasına uğramamaktadır.  Çünkü S referansında, her iki uzay gemisinin eşit ve aynı anda ivmelenmesi nedeniyle uzay gemilerinin aralarındaki uzaklığın aynı kalması beklenir. Ayrıca, bu iki gemi arasındaki durgun uzaklığın anlık sabit referans noktalarında (S’) artar çünkü uzay gemilerinin ivmeleri eşzamanlılık göreliliği nedeniyle burada eş zamanlı değildir. Diğer yandan, elektriksel kuvvetler tarafından bir arada tutulan fiziksel bir obje olan ip aynı durgun uzunluğu korur. Yani, S çerçevesinde, hareketteki objelerin elektromanyetik alanı dikkate alındığında sonuçlarının elde edildiği Lorentz daralması gerçekleşmelidir. Böylece, her iki çerçevede de yapılan hesaplamalar ipin kopacağını gösterir; S’ çerçevesinde eş zamanlı olmayan ivmelenme ve uzay gemileri arasındaki artan uzaklık nedeniyle ve S çerçevesinde ipin daralması nedeniyle.


Not: Wikipedia' dan yararlandım.


17 Aralık 2017 Pazar

Yazara Takılan Kanat: Bilinç Akışı Tekniği

   Alışılagelmişin dışında bir anlatım olabilir çünkü bu yazının devamında bilinç akışı tekniğini, tam da bilinç akışı tekniğini kullanarak anlatacağım.
   Birazdan anlatacaklarımı doğrular nitelikte şu ikazda bulunacağım: eğer bu cümlemi dahi okuyorsanız muhtemelen bilinç akışı tekniği başarılı olmuş demektir. Yazının bitiminde bu cümleleri silmek çok kolay olacak ama silersem ne yazık ki bir sonraki yazıyı yazmak bu kadar kolay olmayacak! Yeterince enteresan geldiyse, haydi başlayalım.
   Bilinç akışı tekniği aslında bir çeşit yazarın düşünme gafletinden sıyrıldığı, kimliğinin ona yüklediği sorumlulukları üstlenmediği ve olabildiğince doğal bir şekilde zihninden geçen her şeyi hiçbir sansür ya da düzeltmede bulunmadan rahatça yazdığı bir sığınaktır. Yazar, zihnin en çalkantılı olduğu zamanlarda bu tekniğin gücüne sığınarak bu durumdan yara almadan sıyrılmayı başarır. Ben bu durumu kendi içimde, yazarın hareketini kısıtlayan yüklerden -çeşitli endişe ve sorumluluklardan- kurtulup, kanatlarına takılan bir kanat -bilinç akışı tekniği- şeklinde metaforlaştırıyorum. Böylece yazar gökyüzünde özgürce uçabiliyor hatta Schopenhauer' ın "asıl amaç" olarak belirttiği "kendini gerçekleştirme" durumuna erişebiliyor.
   Dünya edebiyatında ve Türk edebiyatında bu tekniği kullanan onlarca yazar var. Bu isimlerden muhtemelen bizim en tanıdıklarımız: Oğuz Atay, Virginia Woolf, James Joyce, Dostoyevski, Salinger... Ben bu listeye doğruluğundan emin olmamakla birlikte bu tekniği kullandığını düşündüğüm Montaigne ismini de eklemek istiyorum. (Neden böyle düşündüğümü bir sonraki yazılarımın birinde özel olarak inceleyeceğim.) Aslında hangi yazarın bu tekniği kullandığını yazarın kendi ağzından duymak haricinde tam olarak saptayabilmek epey güç çünkü belirli sınırları olan bir teknik değil. Bu konuda yapılan çalışmalarda tarih boyunca hangi yazarın bu tekniği kullandığı sorusu edebiyatçılardan ziyade psikanalizcilerin ilgi odağı olmuş. Bu isimlerden biri de psikanalizin kurucu ünlü filozof Sigmund Freud olmuştur. Bazı kaynaklarda bilinç akışı tekniğinin, Freud' un psikanaliz kuramını yayınladıktan sonraki dönemlerde "serbest çağrışım metodu" ndan etkilendiği ve Freud' dan sonra edebiyata kazanıldığı şeklinde ifadeler de mevcut olsa da, Freud' un bilinç akışından etkilendiği fikrini daha olası bulduğumu ancak bu konu hakkında net bir yargıya ulaşacak kadar bilgi sahibi olmadığımı belirtmek isterim.
    Freud, insanın kendisi hakkında doğru ve salt bilgiye ulaşması için zihninin arkaplanında gerçekleşen hesaplaşmalardan tamamiyle kurtulmasının şart olduğunu savunur. Böylelikle kişi psikolojik rahatlığa erişecek ve aranan bilgi ortaya çıkacaktır. Bu durumun yazarlarla olan ilişkisi ise şu şekilde zuhur eder: Yazar kapıldığı düşünce girdabının içinde yazma hızı ile düşünce hızı senkronizasyonunu sağlamakta güçlük çeker, zihni oldukça dolu olmasına rağmen doğru kelimeyi doğru yere yerleştiremez, zihninden geçenleri kaçırmamak ve ilham kaybolmadan kaydetmek için henüz yazının başını yazarken sonunu yakalamaya çalışır; bu sırada oldukça dikkati dağılmış ve kafası yeterince karma karışık olmuştur; kelimeler birbirine girer ve yazmak oldukça güç bir haldedir bu durumun sonucunda ise bir çeşit "yazamama kaygısı" ortaya çıkar. Yazamama kaygısı tam olarak: anlatım bozukluğu yapma, noktalama işaretlerini yanlış kullanma, düzgün cümle kuramama ya da kurguda teknik hatalar yapma şeklindedir. Bunun sonucunda ise yazar, okuyucu ile bir anlaşma yapmaktadır; bu girdaptan kurtulana kadar yazar kurduğu cümlelerin tamamında Freud' un serbest çağrışım tekniklerini kullanacaktır, bilincinden akan bütün kelimeleri tüm saltlığıyla kağıda aktaracak ve bunun sonucunda meydana gelebilecek tüm mesuliyetlerden muaf olacak ancak bunun karşılında girdaptan kurtulunda geriye dönüp cümlelerini düzeltmeyecek ve hatalarını mazur gören okuyucuya karşı verdiği sözlere sadık kalacaktır. Elbette ki en nihayetinde yazarın anlaşmayı yaptığı okuyucu da yazarın kendisi de aynı kişidir. Aslında tutulan bu söz, yazara ait bir erdemlik gösterisi değil, bir sonraki girdaptan da yara almadan çıkabileceğine emin olmamasından kaynaklanan korkunun dışa vurumudur. Nihayetinde yazar bilir ki şimdi yapacağı ihlal, bir sonraki uçuşta sırtındaki yüklerden tamamiyle kurtulamamasına sebep olabilir; tekrar özgürce uçabilmek için yalnızca bir kanada değil yüklerinden kurtulmaya da ihtiyacı vardır.
   Yazının bitiminde yazar, uzun zamandır yazmaya ara verdiği bloguna tekrar post atacak olmanın heyecanı ile irkilir; bunca zaman yazıp yazıp sildiği, anonim bloglarda yazdığı ama sonrasında onları dahi sildiği, sonunda sancısını "bilinç akışı defteri" adını verdiği defterlerinde rastgele yazılar yazarak dindirmeye çalıştığı ama bu defterlerin bir dolabın rafında unutulmaya yüz tutmasına vicdanın el vermemesi üzerine tekrar okuyucularla paylaşmak istediği tüm yazılarını hiçbir yük altında kalmadan blogta paylaşmaya karar verir. Yazarın güzel yazdığına dair hiçbir iddiası yoktur ancak düşüncelerini ve hissettiklerini tüm saflığıyla yazıp bu yazdıklarını rahatça insanlarla paylaşacak cesareti vardır.
   Yazar tam noktayı da koyup postu paylaşacağı sırada yazının başı ile sonu arasındaki uyumsuzluğa özellikle dikkat çeker ve bilinç akışı tekniğinin tam da böyle olduğunu anlatabilmenin gururunu yaşar.
   Son olarak işin pirlerinden birine sözü bırakır, Virginia Woolf Dalgalar adlı kitabında şu şekilde kanatlarını takıp uçmuştur:
 
   "Hayat sürüp gidiyor. Evlerimiz üzerinde durmadan değişiyor bulutlar. Bunu yapıyorum, şunu yapıyorum, sonra yine bunu; arkasından şunu. Buluşarak, ayrılarak değişik biçimleri bir araya getiriyoruz, değişik düzenler oluşturuyoruz. Ama bu izlenimleri tahtaya çakmaz, içimdeki bir sürü adamdan bir tek adam yapmazsam, uzak dağlardaki kar çelenkleri gibi parça parça değil de burada ve şimdi var olmazsam, bürodan geçerken Bn. John’a filmleri sormaz, çayımı almaz, en sevdiğim bisküviyi de kabul etmezsem, kar gibi döküleceğim, harcanacağım."
   



 


 

22 Ocak 2017 Pazar

Pembe Kanlı Afrika

   “Ne gelir elimizden..” diyor Edip Cansever; “İnsan olmaktan başka.”
   Geçen gün elime kahvemi alıp bilgisayarımın başına geçtiğimde Malcolm X hakkındaki haberi okudum. Aklıma sekiz on yaşlarındayken okumuş olduğum bir kitap geldi. Ne ismini hatırlıyorum, ne de yazarını ancak okuduğum kurgunun beynimde imgelenen sahneleri aradan hiç vakit geçmemişçesine aklımda. Amerika’ nın karanlık geçmişini anlatıyordu kitap, siyahi bir kölenin zorlu hayat hikayesiydi kitabın konusu. O zamanlar belki de hayatımda hiç bir siyahiyi tanımamıştım ancak mazlumun yanında olma içgüdüsü bana tanımadığım onca insanı sevmeyi öğretmişti.
   Tüm bunların yanında ise daha farklı bir bakış açısı kazanmıştım: Dünya annem, babam ve okul arkadaşlarımdan ibaret değilse ve bir yerlerde birbirine zulmeden,  savaşan, kan döken ve kanı dökülen insanlar varsa bu insanlar neden huzur ve mutluluk içinde yaşamayı tercih etmek yerine kaosu tercih ediyorlardı?
   Refah, akıllarında yalnızca para olanların yönettiği Amerika, Avrupa ve Avustralya ülkelerinindir. Tüm dünya bu üç kıtanın etrafında pervane olur ve onların tatlı uykusunu bölmemek adına kanlarını bile sessiz akıtır. Emperyalizmin hüküm  sürdüğü dünya her yeni doğan Avrupalıya bir gözlük verir, bu gözlük onlar ölünceye kadar çıkartılmaz ve vicdan azabı çekmeden rahat bir hayat yaşamaları için özel olarak tasarlanmıştır. Bizler ise bu gözlüğe sahip olamamanın vermiş olduğu kıskançlık ile birlikte daha farklı yöntemler bulmuşuz, her ne kadar uzun bacaklı ve tüylü koca bir cüssemiz olsa da, görmememizi sağladığı için işe yarıyor bu yöntem…
   Zamanında Amerika’ ya göç eden İngilizler sahip oldukları “en sömürgeci” lakabını da kendileri ile birlikte buraya taşımışlar. Bu ideoloji Amerika üretim ekonomisine tam 20 milyon köle gönderilmesi ile başlamıştır. Bu sistemin dehşetini en çok iliklerine kadar hisseden ülke madenleri ile ünlü Kongo’ dur. Avrupalılar Afrika’ dan getirdikleri kölelerin kafalarını, iyi çalışamadıkları taktirde kesip evlerinde dekor olarak kullanmışlardır. O dönemde Avrupalı zenginler aslan avı olan hobilerini insan avı olarak değiştirmiş, Afrika çöllerinde sportif faaliyet yapmışlardır. Bunun sonucunda ise 10 milyon Kongolu hayatını kaybetmiş, neyse ki Avrupalıların canı sıkılmamıştır. Direnenlerin ise eşleri kaçırılmış, tecavüze uğratılmış, işkenceler ile öldürülmüş, Afrika kıtası üzerinde gelmiş geçmiş en büyük soykırım yapılmıştır.
   Dünya 19. Yüzyıla girmeye hazırlanıyorken emperyalist devletler Berlin Konferansı’ nda bir araya gelerek Afrika ülkelerini ve madenlerini aralarında paylaşmışlardır. Bunu görüp kıskanan Amerika ise seyretmekle kalmayıp bir parçada kendine kapmaya çalışmış, Albay Mobutu sayesinde CIA ile Kongo üzerinde darbe yapmış, ülke kaynaklarını Avrupalıların elinden almıştır. Ancak bir süre sonra bir problem çıkmış, Albay Mobutu Karun gibi zenginleşen Amerikan şirketlerinden pay istemiştir. Neyse ki yedi ülkenin Kongo’ ya saldırtılması üzerine bu sorun çözülmüştür. Bu saldırılar sonucu iki buçuk milyon insan hayatını kaybetmiş ancak insan hakları savunucusu hümanist batının problemi çözüldüğü için pek de önemli değildir.
   2016 tarihine geldiğimizde ve etrafımıza baktığımızda pek de bir şeyin değişmediğini görüyoruz.  Yöntem aynı, hesap aynı, gözlükler aynı… “Böl, parçala, iç savaş çıkar, hallet” ideolojisine sahip olan batı ülkeleri işe yarıyor olmakta olacak ki yöntemlerini değiştirmek gibi bir zahmete girmemişlerdir. Afrika’ nın suyu emilip posası atıldıktan sonra sıkılmakta olan yeni limon Ortadoğu’ dur. Avrupa ile Amerika bu ülkelerde birbirlerini yıkmak için ordu göndermek yerine terör örgütü kurmayı tercih etmektedirler ve bunun sonucu günümüzde bu ülkeler birbirlerine saldırmaktadır.
   Küçükken sormuş olduğum sorunun cevabını hala bulup bulamadığımdan emin değilim. Ancak bu süre zarfında edindiğim bilgiler doğrultusunda kafamı biraz da olsa kumdan çıkardığımda batıya ve doğuya bakmanın dışında bir çölün içinde bulunduğumu da fark ettim. Birkaç kelime sarfedip yanımdakileri çimdiklemek bütün amacım. Bunu yaparken sürç-i lisan ettim ise affola…