7 Nisan 2019 Pazar

Pablo Neruda'dan Bir Ağır Ölüm

   Ağır ağır ölür alışkanlığın kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

   Ağır ağır ölür duygudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerine siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine "i" harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

   Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına keskinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

   Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

   Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

   Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: "yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir."

25 Ocak 2019 Cuma

Kendini Gerçekleştirmek

   Hayatımda hiç “uçmaktan sıkıldım, bugün de yürüyeceğim” diyen bir kuş görmedim. Bugün yüzgeçlerimi yormayacağım diyen balığa, bugün de bal yapmayacağım diyen arıya rastlamadım hiç.
   Epey bir zamandır hayatta verilen kararların mantıklılığı üzerinde düşünüyorum. Gözümüzde büyüttüğümüz ve fazlasıyla ciddiye aldığımız gelecek kaygılarının altında yatan sebepleri bulmaya çalışıyorum. “Ben neden bu insanlar gibi düşünmüyorum yahut onlar neden benden farklı düşünüyor?” sorularının cevaplarını arıyorum.
   Bildiğim bir şey var ki o da şu an gençlik yıllarımı yaşamakta olduğum. Bu yıllar çok hızlı geçecek ve bunun farkındalığında olmama rağmen o gün geldiğinde şaşıracağım. Dünyalık hırslarımız, uğruna mücadele ettiğimiz arzularımız, kafamıza dert ettiğimiz pişmanlıklarımız bir gün bütün değerini yitirecek. Belimizi bağladığımız şu dünya, bir gün toz olup uçtuğunda, genelin “olması gerektiğini düşündüğü” şekilde yaşayacak kadar ciddi bir yer olmadığını kanıtlayacak. İşte o gün geldiğinde, geriye bir tek “bıraktığımız güzellikler” kalacak. 
   Bu konu hakkında siz nasıl düşünüyorsunuz bilemem. Ama ben şu hayata gelmiş olmanın boşuna olmadığı kanaatindeyim. Evren bu kadar enteresan iken onun içinde varolmuş olmak, haftasonunu beklemekten daha anlamlı bir şey olmalı. Mesai saatlerinin bitmesini beklemekten, bir yaz tatilinde harcamak için tüm kış boyunca çalışmaktan ve bu şekilde hayatın geçip gitmesinden daha farklı bir şeyler olmalı. Hayat, bir başkasına hava atmak için lüks arabalar, pahalı kıyafetler almaktan; pahalı restoranlarda yemek yemekten daha farklı amaçlar uğruna harcanması gereken bir kavram olmalı. 
   Bir hayvan olan bizler, diğer türlerimizden biraz farklıyız. Bu farklılığımız doğanın geri kalanının aksine uzun gösterişli tüyler, keskin pençeler, devasa kanatlar ya da kesici dişler değil. Genel olarak hayvanların doğada var olmasını sağlayan bu üstün bedensel özelliklerden yoksunuz ve şu an bu yazıyı yazıyor olmamı da tam da bu “eksikliğimize” borçluyum. Türümüzün bu bedensel eksikliği, başka bir özelliğimizin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde gelişmesine sebep oldu: akletme yeteneğimizin. 
   Bu sebeptendir ki, bugün de uçmayacağım diyen bir kuş göremezsiniz. Hiçbir balık bugün de yüzgecimi kullanmak istemiyorum demez; hiçbir arı, bal yapma görevini ertelemez. Doğanın kanunu budur, bir canlıda bir özellik varsa onu kullanmak zorundadır. Kullanmazsa körelir, yaşamını sürdüremez, yeni nesiller veremez. Bizler de homo sapiens olarak sahip olduğumuz bu düşünme yeteneğimizi kullanmak zorundayız. “Neden geldik, neden yaşıyoruz?” bu sorular yalnızca cevabını filozofların düşünmesi gereken sorular değil. Bu sorular bizim varoluşumuzun amacı. 
   Bir gün benim karşıma çıkıp ilerde pişman olacağımı söyleyen insanlar olacaktır. İşte o insanlar benim neler hissettiğimi ve neler yaşadığımı asla tam anlamıyla anlayamayacaklar. Bu yazıyı da bunun için yazdım, o gün geldiğinde onlara bugün neler hissettiğimi az da olsa anlatabilmek için. 
   Onlara ya da kendime.

12 Ocak 2019 Cumartesi

Bilinçakışımdan Notlar #1


   Bugün biraz daha farklı bir şeylerden bahsetmek istiyorum.
   İnsanları anlamıyorum.
   İnsanların mücadelelerini anlayamıyorum.  Herkesin, her şey normalmiş gibi, sonunun belirsizlik olduğu bu acımasız maratonda gaflet içinde bir hiç uğruna verdikleri mücadeleyi  anlamıyorum.
   Bu hızlı ve yoğun yaşamın içinin bomboş oluşuna anlam veremiyorum.

4 Kasım 2018 Pazar

Cadılar Bayramı Fizyolojisi

   

      "Denizde kol gezen köpekbalıklarından kaçma dürtüsü bizi binlerce yıldır sağ tutuyor." diyor Eleanor Cummins Popular Science dergisinin kasım sayısında. Biyolojide korku, bir organizmanın yaşamını tehdit altında gördüğü zaman ortaya çıkan tetiklemeler şeklinde tanımlanıyor. Her ne kadar milyarlarca yılda genlerimize yerleşen bu duygu bizi hayatta tutmak amacıyla oluşsa da, günümüzde gerçekleştirdiğimiz bir çok davranışın hatta bazı toplum davranışlarının temelinde yer alıyor. 
   Geçtiğimiz günlerde hepimizin bildiği üzere dünya genelinde Cadılar Bayramı adı verilen, korku temalı, kökeni Antik Britanya' daki pagan Keltlerin kutladığı Samhain Festivali' ne dayanan özel bir gün kutlandı. Sosyal medyada kendini yapay kan ile boyayan insanları görmenin her ne kabak tadı verdiğinden hayıflansam da, bu insanlar, korkunun fizyolojik temellerini merak edip bu temeller üzerine araştırma yapmaya karar vermeme sebep oldu. 
   Korku anında ilk olarak beynin limbik sisteminde yer alan amigdala bölgesi uyarılır. (amigdaladan bahsettiğim önceki yazımı okumak için tıklayabilirsiniz ) Amigdala, bu stresli durumda beynin "savaş ya da kaç" ikilemini gerçekleştirdiği bölgedir. Beynimizdeki bu badem biçimli bölge öyledir ki, biz henüz bilinçli olarak olayı ele almadan etkinleşir ve sempatik sinir sistemini etkiler. Bu esnada, beynin mantıklı bölgeleri olan hipokampüs ve frontal korteks (ön kabuk) devreye girer ; algılanan görsel ve işitsel girdinin gerçekten bir tehdidi gösterip göstermediğini analiz eder. Amigdaladan gelen sinyaller ise hipotalamusa ulaşır. Bu da endokrin sistemde hummalı bir faaliyet başlatır ve stres hormonları da diyebileceğimiz, adrenalin ve kortizol seviyesinde ciddi bir artış gözlemlenir. Bu hormonlar nabzı ve solunum hızını artırırken akciğerlerdeki küçük hava yollarını genişletir. Böylece kaslarımıza daha fazla oksijen ulaşır ayrıca endokrinden gelen sinyaller glikozu ve diğer enerji saklayan molekülleri depodan çıkarıp kana karıştırır; kan da en başta amigdalamızın oluşturduğu ikilemin cevabına göre kaslara hücum eder. 
   Geçmişte denizde kol gezen köpekbalıklarından palyaçolara... Sizce de çok ilginç değil mi?

   Kaynaklar:
   1- Popular Science Türkiye Sayı: 79
   2- Osman Başyurt, "Korkunun Çekiciliği: Korkacağımızı Bile Bile Neden Korku Filmlerini İzleriz?"  https://evrimagaci.org/korkunun-cekiciligi-korkacagimizi-bile-bile-neden-korku-filmlerini-izleriz-5196
  

9 Haziran 2018 Cumartesi

Neden Örümceklerden Korkarız?









  Bugün bizler, milyarlarca yıl önce yaşayan atalarımızın yaşadıkları mücadeleler sonucu elde ettikleri ve elde edemedikleri tecrübelerinin sonucuyuz. Milyarlarca yılda yoğurulan bu eşsiz düzeni gözlemlemek hiç de zor değil; tüm canlılıkta da gözlemleyebileceğimiz gibi, bize en yakın olan canlıda, kendimizde de gözlemleyebiliriz. Günlük hayatta karşılaştığımız bir çok durum bu evrimimizin sonucudur. Atalarımızın hayatta kalmasını sağlayan yiyeceklerin tadını beğenir, türümüzün devamını sağlayacak biyolojik donanımlara sahip bireyleri çekici bulur, yaşamımızın her alanında geçmişte yaşayan atalarımızın tecrübelerinden ders çıkartırız. Örneğin, uçak yolculuğundan çok daha tehlikeli olmasına rağmen uçaktan korkar, arabadan korkmayız; çünkü geçmişte yaşayan atalarımızın hiçbiri yüksek hızı deneyimlememiştir ve genetik bir travma söz konusu değildir. Ancak, geceleri yırtıcı hayvanlardan korunmak için ağaç tepesinde uyuyan ve düşme tehlikesi ile yaşayan atalarımız, yükseklikten korkmayan bireylerin daha çok kaza geçirmesi üzerine yükseklik korkusunu bize miras bırakmıştır.
   Tabiat, her zamanki gibi bu eşsiz düzeni ile işlerken; iki gün önce Barış Özcan, Youtube kanalında, bir bilim insanının sıçrayan bir örümcekten nasıl ilham aldığını anlatan "Örümceği eğitip sıçratabilir misiniz?" adlı bir video yayınladı. Bu video bir soru ile başlıyordu: "Örümcekten korkar mısınız?"
   Evrimsel psikolog Joshua New bu soruya şöyle yanıt veriyor: "Etrafta dolaşıyorsanız ve yerde bir tane örümcek ile bir tane iğne var ise, örümcekten ziyade iğneye basma eğilimi gösterirsiniz."
   İnsandan kat kat küçük olan bu hayvanlarla aramızda ne gibi bir munasebet çıkmış olabilir? Başka bir deyişle, bu minik hayvanlar türümüzü nasıl tehdit etmiş olabilir? 
   Columbia Üniversitesi' nden Joshua New' e göre, omurgalı hayvanları hedef alan güçlü zehirlere sahip bir grup örümcek Afrika' yı insanlardan önce işgal etmişti. Burada onlarla on milyonlarca yıl boyunca bir arada yaşadık. Atalarımız olan insanlar bu yüksek zehirliliğe sahip örümceklerle her an, tahmin edilemez bir şekilde ve ciddi anlamda yüksek bir riskle karşılaşma ihtimaline sahiplerdi. Bir karadulun ısırığı sizi öldürmese bile, atalarımızın bulunduğu zamanlarda bireyi günlerce ve haftalarca etkisiz hala getirebilirdi. Bu da, dış etkenlere tamamen açık ve savunmasız hale gelmenize neden olurdu. 
   Barış Özcan' ın sorusuna ben de bir başka bir soru ile yanıt verdim; sizde başka sorular ile yanıt verebilirsiniz. Gözlemlemek ve araştırmak için diplomaya değil, meraka ve sorulara ihtiyacımız var! Son olarak, bana soru sordurduğu için Barış Özcan' a teşekkür ederim. 
   

  Kaynaklar:
  1- Gürkan Akçay, "İnsanlar Örümceklerden Neden Çok Korkar?" , https://bilimfili.com/insanlar-orumceklerden-neden-cok-korkar/
  2- Çağrı Mert Bakırcı, "Örümcek Korkusu, Evrimsel Süreçte Genlerimize Kazınmış Bir Korku!" , https://evrimagaci.org/orumcek-korkusu-evrimsel-surecte-genlerimize-kazinmis-bir-korku-3498
  3- Janet Fang. "Why Are Humans So Afraid Of Spiders?", http://www.iflscience.com/plants-and-animals/our-fear-spiders-innate-not-learned
  4- Barış Özcan, "Örümceği eğitip sıçratabilir misiniz?", https://www.youtube.com/watch?v=B8pJQqgNz-Y

  







5 Mart 2018 Pazartesi

Biraz Protein Biraz Yağ Ve Yolunda Gitmeyen Bir Şeyler Var!

   Nereden geldiğimi hatırlamıyorum ve birden bire kendimi burada buldum. 
   (İki sene önce yazdığım Siyah Gözlüklü Kadın'a göndermelerde bulunacağım. Okumak için
   Etrafıma baktığımda sanki her şey gayet normalmiş gibi yaşayan insanlar görüyorum. Her gün Dünya çevresinde bir tur dönüyor, çaya atılan şeker su molekülleri içinde çözünüyor, kalemimden damlayan mürekkep kağıdın üzerinde birbirini tekrarlayan enteresan şekiller çiziyor, elektronlar biz onları gözlemlerken ve gözlemlemezken farklı davranışlar sergiliyor. Hatta tüm evren birtakım parçacık ve alanlardan oluşuyor ve kuvvetler taşıyorlar hatta ve hatta biz tüm bunları kafatasımızın içindeki bir hamur ile algılıyoruz ve hamura hamur diyen de yine aynı hamur!
   Evrenin gerçekten ne olduğu hakkında en ufak bir fikrimiz bile yok. Biz çevremizi bu hamurla algıladığımız sürece hamurun bize sunduğunun limitleri arasında dolaşabiliriz ancak. Biz evreni beş duyu organımızla algılıyoruz ve algılayabilmek için sahip olmamız gereken ancak sahip olmadığımız özelliklerinin ne olmadıklarını dahi bilemiyoruz. 
  Biraz protein, biraz yağ; bir tutam tuz ve içinden geçen bir elektrik. Ben onu düşündükçe elimden çıkardığım eldiven ters yüz oluyor, büyük patlama tersine akıyor, parçacık ve anti parçacık bir araya geliyor.
   Masamdan kalkıp pencereden dışarı bakıyorum ve bir yere yetişmek için acele eden insanlar görüyorum, kollarındaki saate bakıyorlar ve birbirlerine selam veriyorlar. Hava durumu, politika ve tuttukları takımın izlemesi gereken stratejik yolları hakkında konuşuyorlar. Bir hapishane içerisinde acı çekerek bankamatik ekranındaki rakamların artması ile günü bitirmeyi umuyorlar. Bir diğeri bu rakamları marka amblemlerine tercih ederek bir homo sapiensten daha fazlasıymışçasına değer göreceğini düşünüyor. 
   Ömrümüzü saçma bir listeye bağlı kalmak zorunda hissederek bitiriyoruz. Manasız toplum yargılarıyla onların "başarı" olarak addettiklerine ulaşmak için çaba harcıyoruz. Bunu gerçekten anlamıyorum! Etrafımıza ya da kendimize bakmak kafi, içinde bulunduğumuz evren çok garip ve akıl almaz bir düzene sahip. Nasıl bunca insan aklını kaçırmıyor anlamıyorum. Dışarıdan gelen sesler korkmamızı gerektirecek bir izlenim uyandırmasa dahi oturup yaz tatilini beklemek yerine duvarları yumruklamak çok daha mantıklı bir hareket olsa gerek.
   Sizi bilmem ama bankamatik ekranındaki rakamların uzunluğu ile CV kağıdındaki paragrafların uzunluğu beni daha değerli yapacaksa,  üzgünüm o kişi ben değilim.
   Biraz protein, biraz yağ, biraz tuz... 
   İtiraf etmeliyim, bir homo sapiensten asla fazlası değilim!
    
   

Sülfürik Asite Neden Su Eklememeliyiz?

 

   Birçok organik bileşiğin ayrılma (eliminasyon) tepkimesinde "sülfürik asit katalizörlüğünde" ifadesi yer alır. Kendisi reaksiyonda yer almamasına rağmen reaksiyonun gerçekleşmesinde oldukça büyük bir öneme sahip olan bu madde, reaksiyon boyunca ne yapmaktadır?
   Sülfürik asit Cabir Bin Hayyan' ın keşfi ile kimyaya katılmış; yapısında bir kükürt, dört oksijen ve iki hidrojen bulunan dolayısıyla polar olan ve yoğunluğu oldukça yüksek, renksiz bir sıvıdır.


   Atomlarının bulunduğu konum nedeniyle içerdiği kimyasal bağlar dengesiz bir elektronegatifliğe sahiptir. Bu sebeple ortama 2-propanol gibi farklı karbonlara bağlanmış hidroksit ve hidrojen içeren moleküller konulduğunda sülfürik asitin kısmi pozitif ve kısmi negatif değerleri ile diğer organik  bileşiğin kısmi pozitif ve kısmi negatif kısımları arasında oluşacak olan kuvvet, organik bileşiği bir arada tutan kuvvetlerden baskın olacaktır. Bu durumu şunun gibi düşünebiliriz: uzay boşluğunda seyahat eden bir uzay gemimiz olsun. Yer çekiminin az olduğu bir ortamda uzay gemimizin alt kısmına bir iple o ipin o ortamda kolaylıkla taşıyabileceği bir cisim yerleştirelim. Uzay gemimizi bulunduğumuz ortamdan daha büyük bir yer çekimi içeren bir gezegene park edecek olursak uzay gemimiz gezegene yaklaştıkça ipe bağladığımız cismin ve uzay gemimizin ağırlığı artacaktır dolayısıyla bir süre kütle çekim kuvveti ip gerilimine baskın olacak ve cismimiz biz aracı daha park etmeden gezegene düşecektir. 
  Sülfürik asitli ortama konulan 2-propanol kendisini gezegene yaklaşan uzay gemisi gibi hisseder ve büyük bir kuvvetle hidroksit ve hidrojenlerini kaybeder, hatta öylesine kaybeder ki bunun sonucunda yaklaşık 880 kj ısı açığa çıkar! Eğer bunu kendimiz yapmaya kalkarsak ekzotermik tepkime sonucu ani bir şekilde yukarı çıkarken kabarcıklar oluşturan suyun öfkeli bir şekilde kaynadığına şahit oluruz. 
   Siz siz olun sülfürik asite su eklemeyin!